Doğanın çaresiz ürpertilerini hissediyordu. Geçmeyen
günlerin ızdırap yükü omuzlarının karanlık süsü olmuştu. Belki'lerin umutlarını
keşke'ler katlediyordu arka sokaklarında. Arka sokakları tenhaydı. Pis kokular
duyuyordu. Midesinin kıvrılan bulantısına engel olamıyordu. Geceler, tozlu çatı
katında güne kavuşmuyordu sanki. Soğuk işlerken iliklerine, sessizlik kulaklarında
çınlıyordu. Rüzgar onun duyamadığı ıslıklar çalıyordu.
Düşünmekten alamıyordu kendini. Önce elleri geliyordu
aklına, sonra serçe parmağını nasıl da öptüğünü hatırlıyordu. İncelerden daha
inceydi hissettiği sızı. Keskindi. Bir tarafı düşünmemek doğruluğuna inanırken
diğer tarafı onu unutmaktan korkuyordu. Zaman duruyordu. Hava soğuyor, yağmur
tıkırtıları ahşap pencereyi okşuyordu. Yağmur, salebi hatırlattı. Ona yaptığı
sıcak salepleri, sıcacık battaniyeyi ve gözlerini ayırmadan izledikleri muhteşem
filmi hatırladı aniden. Sonra tarçın kokusu geldi burnuna. Yorgundu. Gece olalı
çok olmuş fakat sabah hala ufukta yoktu. Onsuzluk dört duvara çarpıyordu
ruhunu. Kalbi türlü oyunlar oynuyordu. Kaçıncı gecesiydi bu, kaçıncı saatiydi
aşk denilen kabusun, bilmiyordu.
'Gelse' demeye zor varıyordu dili. Bir kere görse sanki
ölecekti. Bir kere sarılsa, eli yüzüne bir kez daha değse yırtılacaktı yüreği.
Gökyüzü bulutlara gebeydi ve özlemek kötü biriydi. En
çoğuydu özlemleri. Ellerinin resimlerini göz kapaklarına gizlemişti. Dokunuşlarını
teninde beslemişti.
Bu zamansız gidişini unuturdu, geri dönseydi eğer. Dönmemişti.
Zaten hiç sevmemişti.
Soğuk duvara sırtını yasladı. "Olsun." dedi. "Sabah
olsun artık."
-
Bilmiyordu. Gün olacak, devranlar dönecekti. Giden, 'Serçe
parmağımı senin gibi kimse öpemedi..' diyerek geri gelecekti.