29 Nisan 2015 Çarşamba

Sızı



Doğanın çaresiz ürpertilerini hissediyordu. Geçmeyen günlerin ızdırap yükü omuzlarının karanlık süsü olmuştu. Belki'lerin umutlarını keşke'ler katlediyordu arka sokaklarında. Arka sokakları tenhaydı. Pis kokular duyuyordu. Midesinin kıvrılan bulantısına engel olamıyordu. Geceler, tozlu çatı katında güne kavuşmuyordu sanki. Soğuk işlerken iliklerine, sessizlik kulaklarında çınlıyordu. Rüzgar onun duyamadığı ıslıklar çalıyordu.

Düşünmekten alamıyordu kendini. Önce elleri geliyordu aklına, sonra serçe parmağını nasıl da öptüğünü hatırlıyordu. İncelerden daha inceydi hissettiği sızı. Keskindi. Bir tarafı düşünmemek doğruluğuna inanırken diğer tarafı onu unutmaktan korkuyordu. Zaman duruyordu. Hava soğuyor, yağmur tıkırtıları ahşap pencereyi okşuyordu. Yağmur, salebi hatırlattı. Ona yaptığı sıcak salepleri, sıcacık battaniyeyi ve gözlerini ayırmadan izledikleri muhteşem filmi hatırladı aniden. Sonra tarçın kokusu geldi burnuna. Yorgundu. Gece olalı çok olmuş fakat sabah hala ufukta yoktu. Onsuzluk dört duvara çarpıyordu ruhunu. Kalbi türlü oyunlar oynuyordu. Kaçıncı gecesiydi bu, kaçıncı saatiydi aşk denilen kabusun, bilmiyordu.

'Gelse' demeye zor varıyordu dili. Bir kere görse sanki ölecekti. Bir kere sarılsa, eli yüzüne bir kez daha değse yırtılacaktı yüreği.

Gökyüzü bulutlara gebeydi ve özlemek kötü biriydi. En çoğuydu özlemleri. Ellerinin resimlerini göz kapaklarına gizlemişti. Dokunuşlarını teninde beslemişti.

Bu zamansız gidişini unuturdu, geri dönseydi eğer. Dönmemişti. Zaten hiç sevmemişti.
Soğuk duvara sırtını yasladı. "Olsun." dedi. "Sabah olsun artık."

-



Bilmiyordu. Gün olacak, devranlar dönecekti. Giden, 'Serçe parmağımı senin gibi kimse öpemedi..' diyerek geri gelecekti. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder